1. HABERLER

  2. GÜNCEL

  3. Türkiye’nin Kurucu Senedi: LOZAN
Türkiye’nin Kurucu Senedi: LOZAN

Türkiye’nin Kurucu Senedi: LOZAN

Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesidir. Türkiye’nin uygarlık ütopyaları Büyük Zafer ve Lozan sonrasında gerçekleştirildi. Siyasal İslam kültürü ise laik Cumhuriyet’i küfür rejimi olarak gördü.

A+A-

Osman Selim KOCAHANOĞLU - Araştırmacı/Yazar

21 Kasım 1922’de başlayan ve iki dönem halinde 8 ay devam eden Lozan Konferansı, 24 Temmuz 1923’te imzalanan antlaşmayla sona erdi. Bir ay sonra (24 Ağustos) TBMM tarafından kabul edildi. İki ay sonra da Cumhuriyet ilan edildiğine göre, Lozan aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesidir. Lozan’ın tarihsel bir geçmişi ve Osmanlı’dan kalan “Şark meselesi”ne kadar uzanan bir arka planı vardır. Şark meselesi denilen paylaşım planı Sevr projesi olarak ortaya çıkmış ancak uygulama imkânı bulamamıştır.

Osmanlı Devleti’nin 10 Ağustos 1920’de imzalayıp Saltanat Şurası’nda onaylanan Sevr antlaşması, Batı emperyalizminin, kendi avlanma sahası gördüğü Anadolu coğrafyasından Türkleri geldiği yerlere gönderme projesiydi. Mustafa Kemal önderliğinde toplanan TBMM, bu projeyi çöp sepetine attığı için ölü doğmuş bir belgedir.

Lozan’ı anlamak için önce Sevr projesini ve Mondros Mütarekesi’ni bilmek gerekir. Sevr ile Lozan şöyle karşılaştırılabilir: Sevr’e giden Osmanlı heyeti mahkeme huzuruna çıkarılan sanık gibi muamele görmüş, önüne konulan metinleri ağzını bile açamadan imzalamıştır. Mondros Mütarekesi de farklı cereyan etmemiş, Rauf Bey, önündeki metni “ya imzala ya terk et” resti üzerine imzalamıştır. Halbuki Lozan Konferansı’na giden Türk heyeti, Osmanlı diplomasisinin ezikliğini taşımıyordu; onurlu ve kişilikli bir avuç diplomattı. Kurtlar sofrasına başı önüne eğik oturmamıştı. Türk heyetinin bu cesareti arkasında başarılı bir askeri zafer vardı; bizi Lozan’a davet eden generaller savaşı değil artık barışı öneriyorlardı.

Lozan görüşmeleri uluslararası arenada kurtlar sofrasına benziyordu. Karşıda İngiliz aslanı vardı. Sadece Türkiye değil “hasta adam” sayılan Osmanlı Devleti’nin iki yüz yıllık hesapları da masaya getirilmişti. Türkler için en büyük sorun, devleti özünden kemiren Düyun-u Umumiye borçları, ticari ve adli kapitülasyonlar, yani iktisadi bağımsızlıktı. On yıllık savaşta (1912 – 1922) taraflar bütün kaynaklarını tüketmişti. İngiltere bile olası yeni savaşta müttefiklerin yanında kalacağından kuşkuya kapılmıştı. Bütün bunlara rağmen İngilizler hem kendi çıkarlarını hem müttefiklerin çıkarlarını dayatma stratejisi uyguluyor, önümüze konan proje onurumuzu kırıyordu.

İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Romanya, Japonya ve Sırbistan delegeleri bize saldırıp susturmak istiyor, İsmet Paşa teker teker onlara cevap veriyordu. Nutuk düellosuna dönen oturumlarda Lord Curzon, “çarşı – pazar lafları söylüyor” diye İsmet Paşa’yı küçümsüyordu. Ufak boylu az işiten bu generali çabuk susturulur, kolay yutulur lokma sandılar, ama İsmet Paşa hiç de öyle çıkmadı. Rıza Nur ve Hasan Saka yardımcılarıydı. İsmet Paşa oldukça sabırlı davranıyor, duvara dayandığı anda da saldırgan ve inatçı kişiliğini sergiliyordu:

“… İsmet Paşa hafif işitirdi ama kör değildi. Muhataplarını iri yuvarlak ve zeka fışkıran gözleriyle incelerdi. İngiliz aslanı önünde biraz tarla faresi rolü yapıyordu. Ama masaldaki fare gibi, İngiliz temsilcinin Türkiye etrafında zekice örmeye çalıştığı ağın ilmiklerini birer birer kemirmesini biliyordu. Batılı güçler aralarında anlaşamıyor; İsmet Paşa da bundan yararlanıyordu.”

Milli Mücadeleyi başından alıp buralara kadar getiren Büyük Şef aynı zamanda politika trafiğini de yöneten kişiydi. Ülkenin iç dinamiklerini en iyi bilen Oydu; iyi bir oyun kurucusuydu. TBMM’de heyecanlı tartışmalar yaşandı, Musul’u satıyorlar diye bağıranlar bile olmuştu. Zorluklar O’nun sayesinde aşıldı. Lozan antlaşması nihayet 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı. 24 Ağustos’ta da TBMM tarafından kabul edildi. Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız yeni bir Türk devleti uluslararası alanda tanınmış oluyordu. Musul sorunu hariç isteklerimiz gerçekleşti. Savaş tazminatı ödenmedi, Ermeni Devleti kurulmadı. Çözümsüz kalan Musul sorunu Milletler Cemiyeti’ne havale edildi.

Türkiye bu noktalara uzun süren mücadeleler ardından geldi. İlk başlarda sanılıyordu ki, kuru dağlar ile taşlar kurtarılınca Vahdeddin sarayında oturacak, eski düzen yerinde kalacak… Saltanat ve hilafetin kaldırılacağı, Cumhuriyet ilan edileceği, yeni bir devlet kurulup radikal dönüşümler yaşanacağı tahmin edilemiyordu. Yeni Türkiye’nin uygarlık ütopyaları Büyük Zafer ve Lozan sonrasında gerçekleştirildi. Devletin başında halifeyi görmek isteyen saltanat ve hilafet lobisi Cumhuriyet rejimini asla benimseyemedi, muhaliflerin hepsi de Lozan’ı Hahambaşı Naum Efendi herzeleri üzerinden algıladı. Komplo teorilerine sığındılar. İleriyi geride arayan tekke ve takke kültürü Laik Cumhuriyeti küfür rejimi gördü. Medrese geleneğinin dayanak noktaları (toplumu Allah ile aldatma mekanları) yıkılmasına rağmen, küflü gelenekten vazgeçmedi. Köşelerine çekilen tarikat ve cemaatler anlam ve kavram fetişizminden kurtulamadı. Bu bilinç tutulmasının adı sosyal psikolojide kültürel şizofrenidir. Uygarlık değerleriyle uyuşmayan bu zihinsel algılama günümüzde Siyasal İslamcılık olarak ortaya çıktı. Bu yapı artık Cumhuriyet’i paranteze alabilir, yol haritasını belirlerken Anayasanın Dibace’sine 1400 yıllık sözleşmeyi yerleştirebilir; tekkeler, tarikatlar ve cemaatleri çağdaş sivil toplum örgütü sayabilirdi.

Cumhuriyet’in kurucu öğretisi ileriyi geride değil, akılda ve bilimsel düşüncede aramış; ümmet yerine milleti, kul ve tebaa yerine yurttaşı, şeyh ve mürid yerine özgür bireyi koymuş; yurtta barış cihanda barış diye de bir ilke benimsemişti. Siyasal İslamcılığın okuması kıt zerzevat yazarları ile demokrasi teorisyenlerine bir soru sorulabilir: Siz uygar düşüncenin neresindesiniz? Besmele tarafında mı besleme tarafında mı? Yüce Rabbimiz, İslam ümmetini acaba aklını hiç kullanmayıp birbirini boğazlasın, doğa gibi evcilleşmesin diye mi yaratmıştır? Yoksa Kâtip Çelebi daha 16. asırda yaşarken, içinde bulunduğu ümmet toplumunu, uygarlığı “öküzler gibi seyreden” kalabalıklar diye boşuna mı tanımlamıştı? İslamcı postmodernizm ve demokrasi uğruna yolunuz açık, davanız kutlu olsun!

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.